İlk öykü kitabım Kırk Üçteki Korkunç Traktör Yağmuru, Kasım 2023 itibarıyla April Yayıncılık tarafından yayınlandı. İlk öykü kitapla aynı adı taşıyor ve diğerlerine göre biraz daha uzun. Daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış öykülerin yanı sıra, önceki bir halleri çeşitli yayınlarda çıkmış öyküler de var. Ancak hepsi bu kitap için yeniden yazıldı. Yani bir açıdan, aslında hepsi yepyeni öyküler. Aşağıdaki grafikte, kitaptaki öyküler, sözcük sayılarıyla orantılı dikdörtgenlerle temsil ediliyor.
Afşin Kum
Fabrika Mağazası
30.11.23
#43KTY
8.3.20
Kübra
İkinci romanım Kübra, Şubat 2020 itibarıyla April Yayıncılık tarafından yayınlandı. Fikir, aşağı yukarı 2017 yılı içinde oluştu. 2017 sonlarında yazmaya başladım, 2019 sonlarında bitirdim. Düzeltme ve gözden geçirme süreçleriyle, yayınlanması 2020 Şubat'ı buldu.
Roman, cep telefonuna Kübra adlı tanımadığı birisinden "Sen farklısın" mesajı gelen Gökhan Şahinoğlu'nun hikâyesini anlatıyor. Gökhan, uzun süredir sevgili oldukları Merve'yle hayatını birleştirmeye hazırlanıyor, bir yandan da yıllardır çalıştığı imalat atölyesine ortak olarak işletmesini devralmak gibi bir planı var. Başta Kübra'dan gelen mesajları fazla önemsemiyor. Ama mesajları devam ettikçe, Kübra'nın çevresindeki kişiler ve olaylar hakkında haddinden fazla bilgi sahibi olduğunu fark ediyor. Hatta Kübra bir noktadan sonra gelecekten de haber vermeye başlıyor. Gökhan, bildiği gerçeklik dışında bir şeye temas ettiği hissine kapılıyor ve giderek Kübra'yla daha çok ilgilenmeye başlıyor.
Buna paralel anlatılan bir diğer hikâye de Amerika'da, Kaliforniya'da üniversitede araştırma görevlisi olarak çalışan iki Türk bilim insanı Berk ve Selim'in, aldıkları parlak ve şaşırtıcı bir teklif üzerine Türkiye'ye gelerek, yeni kurulan Datakraft şirketinin kurucu ortakları olmalarının hikâyesi. Roman ilerledikçe, iki hikâye Kübra üzerinden birleşiyor.
Kitapla ilgili yorum, eleştiri ve söyleşilerin linklerini, yayınlandıkça burada toplamaya çalışacağım.
Keyifli okumalar.
Kitap Eki
https://kitapeki.com/delilik-fena-halde-ilgimi-cekiyor/
Sözcü
https://www.sozcu.com.tr/hayatim/kultur-sanat-haberleri/insan-zihninin-kirilganligini-yazdim/
K24 - Selim Bektaş
https://t24.com.tr/k24/kitap/kubra,412
Medyatava - Sayım Çınar
https://www.medyatava.com/haber/zamanlama-manidar-ama-zamanlamanin-huyudur-manidar-olmak_206282
Haftalık Gazete - Nazlı Berivan Ak
https://haftalikgzt.com/gazete/afsin-kumla-yeni-romani-kubra-uzerine-konustuk-insan-zihni-biraz-zahmetle-nesnel-gerceklikten-koparilabilir/
Açık Radyo - Ceyhan Usanmaz
http://acikradyo.com.tr/bu-kose-kitap-kosesi/bilimkurgusal-tesadufun-boylesi
BantMag - J. Hakan Dedeoğlu
https://bantmag.com/afsin-kum-ile-yeni-kitabi-kubra-uzerine/
Hürriyet Kitap Sanat - Eray Ak
https://www.hurriyet.com.tr/kitap-sanat/insanligin-yapay-zekayla-imtihani-41490932
Oggito - Aynur Kulak
https://oggito.com/icerikler/kubra-bir-makine-mi-akil-mi-vicdan-mi/65225
Ensonhaber.com - Damla Karakuş
https://www.ensonhaber.com/kitap/afsin-kum-ile-romani-kubra-ve-yazarligi-uzerine-konustuk
Roman, cep telefonuna Kübra adlı tanımadığı birisinden "Sen farklısın" mesajı gelen Gökhan Şahinoğlu'nun hikâyesini anlatıyor. Gökhan, uzun süredir sevgili oldukları Merve'yle hayatını birleştirmeye hazırlanıyor, bir yandan da yıllardır çalıştığı imalat atölyesine ortak olarak işletmesini devralmak gibi bir planı var. Başta Kübra'dan gelen mesajları fazla önemsemiyor. Ama mesajları devam ettikçe, Kübra'nın çevresindeki kişiler ve olaylar hakkında haddinden fazla bilgi sahibi olduğunu fark ediyor. Hatta Kübra bir noktadan sonra gelecekten de haber vermeye başlıyor. Gökhan, bildiği gerçeklik dışında bir şeye temas ettiği hissine kapılıyor ve giderek Kübra'yla daha çok ilgilenmeye başlıyor.
Buna paralel anlatılan bir diğer hikâye de Amerika'da, Kaliforniya'da üniversitede araştırma görevlisi olarak çalışan iki Türk bilim insanı Berk ve Selim'in, aldıkları parlak ve şaşırtıcı bir teklif üzerine Türkiye'ye gelerek, yeni kurulan Datakraft şirketinin kurucu ortakları olmalarının hikâyesi. Roman ilerledikçe, iki hikâye Kübra üzerinden birleşiyor.
Kitapla ilgili yorum, eleştiri ve söyleşilerin linklerini, yayınlandıkça burada toplamaya çalışacağım.
Keyifli okumalar.
Kitap Eki
https://kitapeki.com/delilik-fena-halde-ilgimi-cekiyor/
Sözcü
https://www.sozcu.com.tr/hayatim/kultur-sanat-haberleri/insan-zihninin-kirilganligini-yazdim/
K24 - Selim Bektaş
https://t24.com.tr/k24/kitap/kubra,412
Medyatava - Sayım Çınar
https://www.medyatava.com/haber/zamanlama-manidar-ama-zamanlamanin-huyudur-manidar-olmak_206282
Haftalık Gazete - Nazlı Berivan Ak
https://haftalikgzt.com/gazete/afsin-kumla-yeni-romani-kubra-uzerine-konustuk-insan-zihni-biraz-zahmetle-nesnel-gerceklikten-koparilabilir/
Açık Radyo - Ceyhan Usanmaz
http://acikradyo.com.tr/bu-kose-kitap-kosesi/bilimkurgusal-tesadufun-boylesi
BantMag - J. Hakan Dedeoğlu
https://bantmag.com/afsin-kum-ile-yeni-kitabi-kubra-uzerine/
Hürriyet Kitap Sanat - Eray Ak
https://www.hurriyet.com.tr/kitap-sanat/insanligin-yapay-zekayla-imtihani-41490932
Oggito - Aynur Kulak
https://oggito.com/icerikler/kubra-bir-makine-mi-akil-mi-vicdan-mi/65225
Ensonhaber.com - Damla Karakuş
https://www.ensonhaber.com/kitap/afsin-kum-ile-romani-kubra-ve-yazarligi-uzerine-konustuk
Edebiyathaber.net - Didem Görkay
24.12.19
İki Binlerin En İyi Yirmi Türk Filmi
2000’lerin ilk 20 yılı biterken, 20 yılın 20 filmi
listelerini birkaç yerde gördüm ve bunun Türkiye sinemasına odaklanan bir
versiyonunu yapmak aklıma geldi. Bu tarz listeleri yapmaktan da, okumaktan veya
videosunu izlemekten de çok anlam veremediğim acayip bir zevk alıyorum.
Herhalde, filmleri izlerkenki hislerimi hatırlayıp aynı zevki tattığım için.
Listeyi yapmak da bu filmler hakkında zamanında düşündüğüm ama yazmadığım
şeyleri yazma fırsatı verdiği için ayrıca eğlenceli.
Belki buna listeden ziyade derleme demek lazım, çünkü farklı sinemacılar ve tarzlar arasında bir denge gözetmeye çalıştım. Aynı zamanda, daha kapsayıcı olsun diye, aynı yönetmenden birden fazla film almak istemedim. Sadece çağdaş sinemamızın iki ikonu diyebileceğimiz Nuri Bilge Ceylan ile Zeki Demirkubuz’a küçük birer torpil yaptım.
Bu arada yirminin içine girmeyen ama filmlerini merakla takip ettiğim başka sinemacılar da var, Hüseyin Karabey, Özcan Alper, Deniz Gamze Ergüven, Pelin Esmer, Ali Atay, Burak Aksak, Onur Saylak, Mehmet Fazıl Coşkun, İnan Temelkuran, Aslı Özge ilk aklıma gelenler. Sayıyı sınırladığım için hepsini listeye alamadım. Gözden kaçırdığım filmler de olabilir tabii. Aynı zamanda çok öznel bir liste olduğunu da söylemeliyim. Filmleri seçerken, başkaları tarafından beğenilmiş ya da beğenilmemiş olmalarını dikkate almadım.
Son olarak spoiler (piçeden) uyarısını baştan vereyim. Filmlerin sonlarından ya da sürprizlerinden bahsetmeme gibi bir çaba içine girmedim. Her biri için ayrı ayrı uyarı vermekle de uğraşmadım. O yüzden, bu konuda hassassanız, izlemediğiniz filmlerin altındaki yazıyı okumayın, derim. Ama, şahsi fikrime göre bu konuda hassas olmaya gerek yok. Hatta filmdeki sürprizi bilerek izlemenin filmden alınan zevki olumsuz etkilemediğini gösteren araştırmalar da var. Aklınızda bulunsun.
Belki buna listeden ziyade derleme demek lazım, çünkü farklı sinemacılar ve tarzlar arasında bir denge gözetmeye çalıştım. Aynı zamanda, daha kapsayıcı olsun diye, aynı yönetmenden birden fazla film almak istemedim. Sadece çağdaş sinemamızın iki ikonu diyebileceğimiz Nuri Bilge Ceylan ile Zeki Demirkubuz’a küçük birer torpil yaptım.
Bu arada yirminin içine girmeyen ama filmlerini merakla takip ettiğim başka sinemacılar da var, Hüseyin Karabey, Özcan Alper, Deniz Gamze Ergüven, Pelin Esmer, Ali Atay, Burak Aksak, Onur Saylak, Mehmet Fazıl Coşkun, İnan Temelkuran, Aslı Özge ilk aklıma gelenler. Sayıyı sınırladığım için hepsini listeye alamadım. Gözden kaçırdığım filmler de olabilir tabii. Aynı zamanda çok öznel bir liste olduğunu da söylemeliyim. Filmleri seçerken, başkaları tarafından beğenilmiş ya da beğenilmemiş olmalarını dikkate almadım.
Son olarak spoiler (piçeden) uyarısını baştan vereyim. Filmlerin sonlarından ya da sürprizlerinden bahsetmeme gibi bir çaba içine girmedim. Her biri için ayrı ayrı uyarı vermekle de uğraşmadım. O yüzden, bu konuda hassassanız, izlemediğiniz filmlerin altındaki yazıyı okumayın, derim. Ama, şahsi fikrime göre bu konuda hassas olmaya gerek yok. Hatta filmdeki sürprizi bilerek izlemenin filmden alınan zevki olumsuz etkilemediğini gösteren araştırmalar da var. Aklınızda bulunsun.
20. Aya Seyahat
2009; Yaz/Yön: Kutluğ Ataman
Kutluğ Ataman’ın yalancı belgesel fotoroman tarzındaki filmi
(bildiğim diğer tek örneği Woody Allen’in unutulmaz filmi Zelig), bir yaratıcılık patlaması. Bir önceki filmi İki Genç Kız da epey ilginçti ama bu bir
kademe daha yukarıda. Kutluğ Ataman, siyaset sahnesindeki gereksiz boy
gösterişi bir yana, yetenekli ama yeteneğinin en üst seviyesini henüz
gösterememiş bir sanatçı. Bu açıdan yine bu listede adını anacağım Onur Ünlü’ye
benziyor. Belgesele konu olan uydurma hadisenin, Bülent Somay’dan Murat
Belge’ye Türkiye’nin önde gelen entelektüelleri tarafından yorumlanması fikri,
tek kelimeyle dahiyane ve uygulaması da çok başarılı. Beni şahsen kahkahadan
kahkahaya sürükleyen bir film oldu.
19. Jin
2013; Yaz/Yön: Reha Erdem
Reha Erdem’in son 20 yıl içinde beğenilen ve ödüllendirilen
pek çok filmi oldu ama benim açımdan, bir “olmamışlık” hali hep devam etti.
Kendisinin belli ki reklam yönetmeni geçmişi sayesinde erişim sağladığı yetkin
teknik ekiplerle, yüksek bir görsel seviyeye ulaştığı kuşkusuz ama bana hep ne
dediğini bilmeyen biri gibi görünmüştür. Beş
Vakit, Hayat Var, Kosmos, Korkuyorum Anne gibi hepsi görsel ilginçlikler barındıran ama
hikâyesiyle bunu tamamlayamayan filmler dizisi… Jin’de ise büyülü bir şeyler var. Örgütten kaçan kadın gerilla
hikâyesi, muhteşem final sahnesiyle adeta Miyazaki evrenine giriş yapıyor. Film
sizi bu finale de hazırlıyor aslında. Jin’in kişiliğinde meleksi bir saf iyilik
var ve bu hayat tarafından ödüllendirilmese de doğanın kadim ruhları tarafından
kutsanıyor, falan filan… Neyse, önemli olan filmin size verdiği his, bu film de
bana böyle bir his verdi. Zaten gayet öznel bir liste olduğunu baştan
söylemiştim.
2010; Yaz/Yön: Murat Emir Eren, Talip Öztürk
18. Ada: Zombilerin Düğünü
2010; Yaz/Yön: Murat Emir Eren, Talip Öztürk
Murat Emir Eren'le Talip Öztürk'ün kısıtlı bir bütçeyle yapıp, genç yaşta ölen fantastik film duayeni Metin Demirhan'a ithaf ettikleri film, dört dörtlük bir zombi parodisi. Büyükada'ya düğüne giden bir grup genç, bir anda dünyayı saran zombi salgınına düğünde yakalanıyor. Tabii mekân seçilirken muhtemelen filmin yapımı için kolaylık sağlaması da göz önüne alınmış. Filmin oyuncu kadrosundan pek çok ismi, sonraki yıllarda televizyon ve sinemada tekrar tekrar gördük. Burada da gerçekten çok komikler. Binlerce yıllık dünya tarihinde kıyametin kendi başına gelmesine yakınan adam, filmin afişinde de görünen elinde çay tepsisiyle dolaşan çaycı zombi ve muhtemelen sinema tarihinin ilk ve tek başörtülü zombisi bu filmde. Küçük bir guerilla filmmaking şaheseri.
17. Kıskanmak
2009; Yaz: Nahid Sırrı Örik, ZDK; Yön: Zeki Demirkubuz
Kıskanmak, Zeki Demirkubuz’un konfor alanının (çek-yat)
dışına çıktığı ve memleket edebiyatının klasiklerinden birini uyarlamaya
yeltendiği filmi ve bence tam olarak anlaşılamamış bir film. Şu açıdan
anlaşılamamış: Filmin, kitabın diyaloglarını koruması ve oyuncuların bunları
kitâbî bir şekilde söylemesi, birçok kişi tarafından beceriksizlik gibi
görüldü, özellikle Berrak Tüzünataç eleştirildi. Oysa bence bunun bilinçli
yapıldığı çok açık. Bu arada kendisi, bir yerlerde karşılaşırsak, soyadını iki
sözcük sanıyormuş gibi yapma esprisini patlatmayı planladığım kişiler arasında yer
almaktadır (Berrak’ı mı kullanıyorsunız Tüzün’ü mü?). Tıpkı Ece Temelkuran (Ece'yi mi kullanıyorsunuz Temel'i mi?) ve Zafer Arapkirli (Zafer'i mi kullanıyorsunuz Arabı mı?) gibi... Bu arada filmin yönetmeni
de aynı listede yer alıyor (Zeki’yi mi kullanıyorsunuz, Demir’i mi?). Neyse, dağıtmayalım, oyunculuk deyince, Seniye karakterine, hafif kambur duruşu, gölgeli gözleri ve
şeytani bakışlarıyla bir vampir havası veren Nergis Öztürk’ü anmadan olmaz. Ayrıca,
filmin minimal ama çok etkili bir sanat yönetimi var. Cumhuriyet balosu sahneleri,
kömür madeni sahnesi falan bu açıdan etkileyici. Bence Demirkubuz’un en iyi
işlerinden biri.
16. Vizontele
2001; Yaz: Yılmaz Erdoğan; Yön: Yılmaz Erdoğan, Ömer Faruk Sorak
Bu listedeki filmlerin en meşhuru muhtemelen. Eleştirilecek
çok yanı var, kasabanın çoğu tipinin karikatür olması, pırıl pırıl renklerle ve
nefis doğa görüntüleriyle bir küçük cennet gibi resmedilen kasabanın, hikâyede neden
Allah’ın unuttuğu bir yer diye anılmasının anlaşılamaması, Kürt coğrafyasında
geçtiği belli olduğu halde Kürtçenin adının bile anılmaması gibi… Tabii bu
sonuncusu dönemin baskılarıyla açıklanabilir ama yine de bu derece teslimiyeti Yılmaz Erdoğan’a yakıştıramamıştım zamanında (sonradan anlaşıldı
tabii). Öte yandan film yıllar içinde tekrar tekrar izlenerek popüler kültürde
sarsılmaz bir yer edindi. Hatta Türkçeye pek çok deyim kazandırdı. (Şerefsizim
benim aklıma gelmişti, Zeki Müren de bizi görecek mi? Nasılsınız inşallah? vb.)
Teknik açıdan standardı yükselterek kendisinden sonraki filmler için belli
bir çıta koyduğu da söylenebilir.
15. Gördüm / Min Dît
2009; Yaz/Yön: Miraz Bezar
Doksanlar Diyarbakır’ının utanç verici gerçeği olan faili
meçhul cinayetleri, anne-babaları öldürüldükten sonra sokağa düşen üç küçük
kardeş üzerinden anlatan, çok etkileyici bir film. Eleştirilecek yanları da
var. Çocukların kimseden yardım göremeyip yapayalnız kalması biraz zorlama gibi.
Umutlu bir final yapma çabası da anlamlı ama bunun için bulunan numara pek
işlemiyor, zira bu suçları işleyenlerin cezalandırılma veya ayıplanma korkusu
taşımadıklarını pek çok kez gördük. Lakin, kapanış jeneriğindeki “oyuncak
tüfek” teması, naif finali dengeliyor ve film amacına ulaşıyor. Aynı zamanda,
zor konuya ve koşullara rağmen, görsel açıdan yüksek bir seviyede. Muhtemelen
ikinci kez izlemek istemeyeceğiniz ama kesinlikle aklınızda kalan bir film.
14. Hayatımın Kadınısın
2006; Yaz/Yön: Uğur Yücel
Uğur Yücel, ilk filmi Yazı-Tura’da
olgunlaşmamış bir eser çıkarmıştı. Hayatımın Kadınısın, bir sonraki filmi ve birçok
açıdan çok daha ustaca olduğu halde, bence fazlasıyla gözden kaçmış bir film. Filmde,
Uğur Yücel, yönetmenliğin yanı sıra baş rolü de üstleniyor. Cinayetten hapis
yatıp çıkmış Orhan Gencebay hayranı bir mahalle kabadayısı, ama aslında hali
tavrıyla, konuşmasıyla Orhan Gencebay’ın ta kendisi… Türkan Şoray ise en zor
rollerinden birinde çok iyi. Sonraki yıllarda Türk sinemasının önemli
yıldızlarından birine dönüşen Ezgi Mola da kendini belli ediyor. Film, bence,
sinemadan beklediğimiz her şeyi veriyor ve şahane bir şekilde şiirsel bir
finale bağlanıyor.
13. Sen Aydınlatırsın Geceyi
2013; Yaz/Yön: Onur Ünlü
Onur Ünlü, henüz en iyi eserini verememiş bir sinemacı.
Sanki daha senaryoyu bitirmeden filmi çekip bitiriyor gibi bir hali var. Ama
kabuğundan taşan bir yaratıcılık olduğuna şüphe yok. Bu film, en tamamına ermiş
filmi. Siyah-beyaz çekmek gibi cesur bir karar almış ve ortaya çıkan ürün
itibarıyla haklı çıkmış. Ali Atay’la Demet Evgar’ın hap alıp uçuşa geçtikleri
başta olmak üzere, pek çok şahane sahne var. Bazıları abartılı, ama o kadar
olur. Filmin finali ise, bence dahice. Zamanı durdurma temasını çok gördük ama tekrar başlatamamak ve filmi zaman durmuş halde bitirmek, eşsiz bir
fikir.
12. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak
2004; Yaz/Yön: Ahmet Uluçay
Bu film, filmin kendisini aşan bir hikâyeye sahip. Genç
yaşta ölen köylü sinemacı Ahmet Uluçay’ın hayatıyla eserinin iç içe geçtiği
söylenebilir. Kendisi, sadece genç sinemacılara verdiği cesaretle bile, 2000’lerde
Türk sinemasının şahlanışının mimarlarından biri sayılmalı bence. Bugünkü
standartlara göre oldukça düşük çözünürlüklü dijital videoyla çekilmiş, ama
görsel açıdan üst seviyede sahneleri var. Özellikle şehrin dar sokaklarında el
kamerasıyla çekilmiş takip sahnesi nefes kesici.Ayrıca Türkçede, İngilizce movie'ye bire bir denk gelen "gımıldak" diye bir sözcük olduğunu bu filmden öğrendiğimizi de unutmayalım.
11. Hokkabaz
2006; Yaz: Cem Yılmaz; Yön: Ali Taner Baltacı, Cem Yılmaz
Seyircilerin ve eleştirmenlerin ortak görüşüne göre Cem
Yılmaz’ın yazıp oynadığı filmler içinde en iyisi. Bir daha da bu seviyede bir
film yapabilecek gibi görünmüyor. Hem dokunaklı, hem de acayip komik bir film.
Özellikle birbirini takip eden düğün sahnesi, gelinin kaçması ve hipnoz yöntemi
ile yerlere yatırıyor. Sonrasındaki senaryo dönüşleri de ustaca. Sıkılmadan
tekrar tekrar izlenebilen filmlerden.
10. Pandora'nın Kutusu
2008; Yaz: Sema Kaygusuz, Yeşim Ustaoğlu; Yön: Yeşim Ustaoğlu
Karadeniz köylüsü yaşlı kadını Fransız bir oyuncunun
oynadığını duyunca burun kıvırabilirsiniz ama film çekildiği sırada 88
yaşındaki Tsilla Chelton harikalar yaratıyor. Türk sinemasının büyük
ustalarından Yeşim Ustaoğlu’nun mizahi açıdan da en güçlü filmi sayılabilir.
Nevrotik abla Derya Alabora’nın ve Onur Ünsal’ın karakterleri de akılda kalıcı.
Şiirsel final sahnesiyle de insanı gülmekle ağlamak arası bir duyguda bırakan,
şahane bir film.
9. Fırtına / Bahoz
2008; Yaz/Yön: Kazım Öz
Doksanların Kürt sol öğrenci hareketine içeriden bakan bir
film. Kazım Öz, bu konuyu ele alırken, hareketin siyasi davasına ve
üzerlerindeki devlet baskısına değil, bizzat hareketin içindeki insanlara ve
karakterlere yönelerek incelikli bir sinema ortaya çıkarmış. Böyle bir filmden
çok beklenmeyecek güçlü bir mizahi tarafı da var. Aynı zamanda pek fark
edilmese de seyircide karşılığını bulmuş ve çoğu yerde dolu salonlara oynamıştı
zamanında. Üç saate yakın süresine rağmen oldukça sürükleyici. Devletin ölçüsüz
şiddetiyle nasıl bu gençleri bilinçli şekilde dağa yönlendirdiğini gözler önüne
seren öyküsü, güçlü bir siyasi önermede bulunuyor. Özellikle kameranın dağa
döndüğü son sahne çok etkileyici.
8. İki Dil Bir Bavul
2008; Yaz/Yön: Özgür Doğan, Orhan Eskiköy
Listede Kürt filmleri biraz ağırlıklı oldu gibi ama işin
doğrusu 2000’ler en çok Kürt sinemacıların büyük atılımına sahne oldu,
istemeyerek liste dışında bıraktığım çok iyi filmler de var. Bu film ise, film
olmaktan öte bir anlam taşıyor. Kürt sorununun en can alıcı noktalarından biri
olan ana dilinde eğitim meselesini, gözle görünür bir siyasi angajmanı olmayan,
sadece “oraya” tayini çıkmış Batılı bir öğretmenin gözünden anlatan bir
belgeselle, cam kadar berrak hale getiren, herkesin izlemesi gereken bir film.
Ne kadarının belgesel ne kadarının kurmaca olduğunu bilemiyoruz tabii ama
filmin hikâyesi açısından çok fark etmiyor. Suçlayan, öfkelenen, isyan eden bir
film değil bu, durumu tüm netliğiyle ortaya koymak dışında bir derdi yok. O
yüzden de çok etkili. En aklımda kalan sahnesi, sınıftaki küçük kızın, öğretmenin gösterdiği resme bakıp Türkçe "kuş" demesi beklenirken Kürtçe "keklik" dediği için öğretmenin gözünde başarısız olması. Kız sadece kuş olduğunu değil, ne tür bir kuş olduğunu biliyor ama bu bilginin oradaki "okul" açısından bir hükmü yok. Bunu görünce meseleyi anlıyorsunuz. Memleket sinemasının ortaya çıkardığı küçük bir mucize.
7. Kış Uykusu
2014; Yaz: Ebru Ceylan, NBC; Yön: Nuri Bilge Ceylan
Nuri Bilge Ceylan’ın altın palmiyeli filmi Kış Uykusu, ilk kez uzun diyaloglara yer
verdiği bir film. Bolca doğaçlamaya dayanan diyalogların, 200 saatlik
malzemeden kurgulandığını biliyoruz. Yani esasen kurgu masasında yapılmış bir
film bu. 200 saatin içinden en doğru 3 saati seçip kurgulamanın nasıl bir emek
istediğini düşününce filme saygınız artıyor. Üstelik parçalardan birleştirilmiş
gibi bir his de vermiyor, aksine su gibi akıyor. Akılda kalıcı, çarpıcı çok
sahnesi var, Nejat İşler’le Melisa Sözen arasında geçen “para” sahnesi ve Nadir
Sarıbacak’ın döktürdüğü rakı muhabbeti ilk akla gelenler. Demet Akbağ’ın, Haluk
Bilginer’le tartışması sonrası unutulmuş olması (ya da kimseye sormadan filmden
çekip gitmesi) bir senaryo falsosu gibi duruyor ama ortaya konulan eserin
ihtişamı yanında kolaylıkla affedilir bir hata. Çehov öykülerinden uyarlama
olmasını, atmosferiyle de bir Rus stepleri havası vermesiyle destekliyor. NBC
de kar sevgisini doya doya yaşıyor bu arada.
6. Kader
2006; Yaz/Yön: Zeki Demirkubuz
Demirkubuz’un Kader’i,
onun ilk büyük eseri olan Masumiyet’in
dünyasında geçen, son zamanlardaki popüler tabiriyle bir prequel, yani Masumiyet’teki
olayların öncesini anlatıyor. Masumiyet
gibi çok beğenilen bir filme devam filmi çekmek, üstelik bunu Haluk Bilginer ve
Derya Alabora yerine, görece çok daha tecrübesiz Ufuk Bayraktar ve Vildan
Atasever’le yapmak başlı başına riskli bir girişim. Ama Zeki Demirkubuz, ilk
filmi aşan bir eser ortaya koyarak riskin üstesinden başarıyla
geliyor. Pek çok unutulmaz sahnesi var. En akılda kalanı, Haluk Bilginer’in Masumiyet’te çayırlardaki unutulmaz
monoloğunda anlattığı hikâyeyi gördüğümüz (Bekir’in kendini Kars’ta bulduğu)
sahne. Bu arada filmde kendimi en yakın hissettiğim karakterin, Bekir’in kenar mahalledeki ahbaplarıyla
cigaralık çevirdiği sahnede aralarında ne aradığı anlaşılamayan anten tip
olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.
5. Sivas
2014; Yaz/Yön: Kaan Müjdeci
Yozgatlı bir ilkokul çocuğunun sınıf arkadaşına umutsuz aşkı
ve ölümden kurtardığı dövüş köpeğinin, “büyüklerce” tekrar dövüşlere
sokulmasını engelleme çabası üzerine, hem acıklı, hem komik ve pek çok açıdan
da mucizevi bir film. Bazı sahnelerin nasıl çekildiğine, nasıl bu kadar gerçek
görünebildiğine akıl sır erdiremiyorsunuz. Özellikle gece yarısı bozkırın
ortasında kurulmuş köpek dövüşü ortamı, sanki gizli kamerayla çekilmiş gibi.
Film gösterimdeyken, kanlı dövüş sahnelerinin (her ne kadar kapanış jeneriğinde
hayvanlara zarar verilmediği söylense de) son derece gerçekçi olması yüzünden
tepkiler almıştı. Yapımcılar bunun üzerine bu sahnelerin nasıl çekildiğini
anlatan bir video yayınlamak zorunda kalmışlardı. Yine de tartışmalı
sayılabilir, çünkü her ne kadar köpeklere fiziksel zarar verilmese de bir tür
psikolojik travmaya maruz bırakma durumu var galiba. Bu endişe bir yana, filmin
son sahnede dile dökülen (köpek köpekliğini bilecek) çocukluğun ve masumiyetin
bitişiyle ilgili mesajı çok güçlü.
4. Kız Kardeşler
2019; Yaz/Yön: Emin Alper
Emin Alper, her filminde bir öncekini aşarak, üçüncü
filminde izleyen herkesin ağzını açık bırakan bir eser ortaya koymuş. Saf bir
sinema zevki veren bir film, enfes görüntüleriyle, kurgusuyla, müziğin girip
çıkışıyla, temponun yükselip düşüşüyle ve elbette unutulmaz karakterleriyle…
Kız kardeşlerin hepsi birbirinden merdane, ama en çarpıcısı tabii ki çatlak
ortanca kardeş ve o rolde döktüren Ece Yüksel. Yayık ayran sahnesi unutulmaz.
İki kardeş “çük”ten bahsederken, yayığın ikisinin arasında dev bir penis gibi
gidip gelmesi ve sahnenin sonunda kardeşlerden birinin (neredeyse) boşalması
çok acayip olmuş. Emin Alper’in önceki iki filminin (Tepenin Ardı ve Abluka)
konuyu bağlayamama gibi bir problemi olduğunu düşünmüştüm. Burada da hikâyenin
sonu gösterilmiyor ama yöntem bu kez işliyor. Film bittiği noktada, ortanca kardeş
ölecek mi kalacak mı, büyüğü Ankara’ya ulaşacak mı, küçüğü yeni besleme olarak
Necati Bey’in evine kapağı atacak mı falan artık merak etmiyorsunuz. Hiçbiri
için kurtuluş olmadığına ikna olmuş durumdasınız zaten.
3. Çoğunluk
2010; Yaz/Yön: Seren Yüce
Bu film, Türk sinemasının şehirli orta sınıfa en sert ve
tavizsiz bakışı. Kişiliği hayat boyu babası tarafından ezilmiş Mertkan’ın, Kürt
kızı Gül’le önce duygusal ilişki içine girmesi, ama sonra çevresinin baskısıyla
“sikip bırakmakta” karar kılması ve huzuru vicdansızlıkta, hatta şerefsizlikte
bulmasının tokat gibi hikâyesi. Çok zor bir rolün altından ustaca kalkan Bartu
Küçükçağlayan ve her zamanki gibi harika Settar Tanrıöğen’i hayranlıkla
izliyoruz. Erkan Can’ın oynadığı taksi şoförüyle geçen yan hikâye, film boyunca
bir leitmotif olarak tekrarlanan
Mertkan’ın çocukluğundan zorla koşturulma sahnesi gibi ana hikâyeyi besleyen
zekice buluşlarla dolu, ilk film olduğuna inanmakta zorluk çekeceğiniz ustaca
bir ilk film.
2. Bir Zamanlar Anadolu'da
2011; Yaz: Ercan Kesal, Ebru Ceylan, NBC; Yön: Nuri Bilge Ceylan
Nuri Bilge Ceylan, aile efradıyla çektiği ilk filmlerinin
ardından, profesyonel oyuncularla film yapıp yapamayacağı konusunda bir kuşku
uyandırmıştı. Üç Maymun fazla deneyseldi, o kuşkuyu tam olarak gidermedi.
Burada ise NBC tam olarak rüştünü ispat ediyor ve uluslararası bir sinema
yıldızına dönüşüyor. Yılmaz Erdoğan, Taner Birsel, Ahmet Mümtaz Taylan gibi
usta oyuncular filmi bambaşka bir seviyeye taşıyor. Birbirinden nefis görsel
buluşlarla dolu. En aklımda kalanı, ekibin “Recep İvedik”in cesedini bulduğu
sahnedeki köpeğin bakış açısı, ve hemen arkasından gelen ve cesedi arabanın
bagajına sokmaya çalışanları bozkırın ortasında bir nokta gibi gösteren, tabiri
caizse, Allah’ın bakış açısı. Aynı zamanda çok komik bir film, araba içindeki
diyaloglar, komiserle zanlının tuhaf ilişkisi, kendini Clark Gable’a benzeten
savcı ve tabii ki Ercan Kesal’ın oynadığı muhtarın morg için ödenek istemesi
(kokuyor) en akılda kalan sahneler. Yılmaz Erdoğan, polis komiseri karakteri
için mükemmel bir seçim ve gerçekten de döktürüyor. Fırat Tanış da, neredeyse
hiç ağzını açmadığı halde, çok etkileyici. NBC’nin şimdiye kadarki en iyi
filmi.
1. Vavien
2009; Yaz: Engin Günaydın; Yön: Taylan Biraderler
Vavien, neşeli bir kasaba filmi gibi başlayan, sonra Hitchcockvari
bir gerilime dönüşen, Binnur Kaya’nın öbür dünyadan geri dönmesiyle de
neredeyse büyülü gerçekçilik sularına açılan, çok şaşırtıcı bir film. Özellikle
piknik ve arkasından gelen cinayet sahnesi, neredeyse soluksuz izleniyor. Engin
Günaydın’ın, kan dondurucu bir kötülüğün vücut bulmuş hali olan “sarı çıyan”
Celal karakteri, tek kelimeyle büyüleyici. Aslında o dönemlerde TV’de
canlandırdığı Burhan Altıntop’tan pek farklı değil, ama sulu zırtlak komedi
yerine bu hikâyenin içinde gördüğümüzde o kadar da komik olmadığını anlıyoruz. Kötülüğünün
altında da, Samsunlu pavyon şarkıcısına yönelik umutsuz aşk (ya da belki sadece
cinsel arzu) ile cisimleşen bir tatminsizlik, hatta bir iktidarsızlık hali var.
“Şunu uçurumdan atayım da parasına el koyayım” diyen Celal mi daha deli,
bunu anladığı halde hâlâ onu seven ve tüm parasını Celal’e verip onun yanında
kalan Sevilay mı karar veremiyorsunuz. İnsanlık hakkındaki ezberlerimizi bozan
ama son derece inandırıcı olmayı da başaran eşsiz bir hikâye. Karakterler
açısından bakarsak “mutlu”, insan tabiatına dair acımasız önermesiyle ürkütücü finaliyle
de uzun süre aklınızda kalmayı başarıyor.
26.7.19
Kişisel Bir Prog-Rock Listesi
Yetmişli yıllarda popülerliğinin zirvesini yaşayan prog-rock (ya da progressive rock), Türkçe olarak "ilerici" diyebiliriz sanırım, pek çok alt tür de barındıran bir müzik tarzı. Rock enstrümantasyonunun vurucu gücünü, sanatı değerli ve anlamlı kılan hemen hemen her şeyle birleştirir. Yetmişlerin ruhunu çok iyi yansıtır, şimdiye kadar yapılandan farklı bir şey yapma hevesi, dünyayı değiştirme isteği, özgürlük arzusu... Yetmişlerin sonuna doğru düşüşe geçmiş, farklı türlere dağılmış. Sonradan, yetmişlerin babalarını dinleyerek büyümüş çocuklar kendi gruplarını kurmaya başladıklarında yeniden canlanmış. Kendi açımdan, her türlü müziği dinlesem de, unutamadığım, tekrar tekrar dönüp geldiğim, bir çoğunu nota nota bildiğim müzikler bunlardır.
Buradaki bazı müzikler, başka şekillerde isimlendirilen türlere dahil kabul ediliyor olabilir. Benim için prog-rock, karmaşık, derin, vurucu ve şaşırtıcı olmalıdır. O yüzden, mesela, daha çok senfonik rock diye nitelenen Renaissance bu tanıma uyar ama çokseslilik açısından zayıf kalan prog-metal türevleri dışarıda kalır. Elbette kişiye göre değişir. Bu benim kişisel seçkim.
Bir çalma listesi halinde dinlemek için şuraya tıklayabilirsiniz.
Buradaki bazı müzikler, başka şekillerde isimlendirilen türlere dahil kabul ediliyor olabilir. Benim için prog-rock, karmaşık, derin, vurucu ve şaşırtıcı olmalıdır. O yüzden, mesela, daha çok senfonik rock diye nitelenen Renaissance bu tanıma uyar ama çokseslilik açısından zayıf kalan prog-metal türevleri dışarıda kalır. Elbette kişiye göre değişir. Bu benim kişisel seçkim.
Bir çalma listesi halinde dinlemek için şuraya tıklayabilirsiniz.
20. Sleep Drifter (King Gizzard and the Wizard Lizard)
Avustralyalı gençler, bağlamayı ve çeyrek seslerini
keşfedince, Türk müziğinden alınma temalardan derledikleri kompozisyonlardan
oluşan Flying Microtonal Banana albümünü 2017'de çıkardılar. Türkiye'de de
bayağı bir ilgi gördüler. Yakın dönem prog-rock eserleri içinde dikkat çeken bir çalışma. Güzel tarafı, sözel içerik olarak oryantalist
konulara kayma eğilimi göstermemeleri. Sleep Drifter, vurucu ritmiyle albümün
en baba şarkısı.
19. Hindu (Nekropsi)
Nekropsi'nin 1996 yılında çıkan Mi Kubbesi albümü, küçük bir dinleyici kitlesi içinde bayağı bir heyecan yaratmıştı. Memleket rock müziğinde o güne dek görülmemiş bir ritmik karmaşıklık ve rif zenginliği içeren albüm, bugün artık bir klasik kabul ediliyor. Tematik bir bütünlük içindeki şarkılar pek birbirinden ayrılamaz muhtemelen ama içlerinden bir tane seçecek olsam, kısa ve vurucu Hindu ağır basıyor.18. Sarabande (Jon Lord)
Deep Purple'in klavyecisi Jon Lord'un 1976'da çıkardığı solo albümüne adını veren şarkı. Yavaş yavaş yükselen şarkılardandır. Tekrarlanan ve giderek zenginleşen bir teması vardır, Ravel'in Bolero'sunu hatırlatır biraz. Sakin bir davul ritmiyle girer, bas, klavye, gitar ve sonunda gümbür gümbür senfoni orkestrası eklenir. Sonra yavaşlar ve yumuşak bir finale gider. Pek şahanedir.17. Hocus Pocus (Focus)
Hollandalı Focus'un en meşhur parçası, muhteşem bir rif
etrafında şekillenen ve pek çok farklı müzik türünü dolanan yedi dakikalık bir
müzik şöleni. Rifi biraz fazla tekrarlayarak hafiften bokunu çıkardıkları
söylenebilir, ama yine de anılmaya değer. 2010 Dünya Kupası sırasında çıkan
Nike reklamında kullanıldığında yeniden hatırlanmıştı. Grup elemanlarının
söylediğine göre, şarkının büyük kısmı bir doğaçlama sırasında ortaya çıkmış.
16. In My Mind (Nemrud)
2008'de İstanbul'da kurulan Nemrud'un 2013 tarihli Ritual albümünün açılış parçası. Hem yetmişlerin prog-rock devlerinden (özellikle Eloy'dan) hem de Dönence dönemi Kurtalan Ekspres'ten etkiler hissediliyor, hatta arada metale de göz kırpıyorlar. İngilizce sözlü müzik yapmalarına yorum yapmıyorum. Kompozisyonun karmaşıklığı ve icranın yetkinliği ile göz kamaştırıyorlar. Ne yazık ki kendilerini pek ortalıkta göremiyoruz.15. Killer (Van der Graaf Generator)
İngiliz prog-rock grubu Van der Graaf Generator'un 1970'de çıkan H to He Who Am The Only One adlı üçüncü albümünün, sekiz buçuk dakikalık açılış parçası (albümün adını çevirmek imkânsız gibi, ama zorlasak "H'den [hidrojenden] He'ye [helyuma] kadar benden başka kimse yok" gibi bir şey olurdu). Bütün balıklar ondan korktuğu için yalnız kalan bir katil köpekbalığının hikâyesini anlatır. Klasik rock çalgılarına, adeta kırbaç gibi kullanılan bir saksofon eklenmiştir burada. Çarpıcıdır.14. Static Motion (Sonar)
İsviçreli Sonar, müziğe bir matematik problemi gibi yaklaşan
ve triton armonikleri üzerine kurdukları müzikleriyle güncel prog-rock aleminin az bilinen ama en baba gruplarından biri. İsmi Sonic Architectures (Sessel Mimari Tasarımlar gibi çevrilebilir
sanırım) sözünün kısaltması. İki gitar ve bası, Ortaçağ’da şeytan aralığı denen
triton (üç tam ses, yani altı perde) aralıklara akort ediyorlar, bu sayede tamamen kendilerine
özgü bir armoni yaratıyorlar. 2014 tarihli Static Motion albümüne adını veren
şarkıları, üst üste eklenen örüntülerle giderek karmaşıklaşan, giderek yükselen
bir müzik ziyafeti.
13. The Song of Scheherazade (Renaissance)
İngiliz prog-rock grubu Renaissance'ın 1975 tarihli Scheherazade
and Other Stories albümünün B yüzünü komple kaplayan The Song Of Scheherazade,
1001 Gece Masalları üzerine dokuz bölümden oluşan bir rock senfonisi. Annie Halsam'ın muhteşem sesine, klasik rock çalgılarının yanı sıra orkestra da eşlik eder. Büyüleyicidir.
12. Mladic (Godspeed You! Black Emperor)
Kanadalı post-rock efsanesi Godspeed You! Black Emperor’un
2012 tarihli 'Allelujah! Don't Bend!
Ascend! albümünü açan 20 dakikalık parça, yavaş yavaş yükselen bir sesler
yumağıdır. Gitar efektleriyle, o kadar çok armonik katman üst üste bindirilmiştir ki içinde
kaybolursunuz. İlk beş dakika uğultu gibi gelir bu sesler, sonra yavaş yavaş
bir tema belirginleşir, giderek yükselir, coşup taşar. Sonra başka bir
evreye geçer, öylece devam edip gider.
11. In A Gadda Da Vida (Iron Butterfly)
Uzun prog-rock süitlerinin en eski ve muhtemelen
en meşhur örneği, öyle ki Simpsonlar dizisinde bile konu edilmiştir. Unutulmaz
bir rifle açılır. Basit ve hatta bayat sözler ve hicaz makamında oryantal bir
melodiyle iki tur normal bir pop şarkısı gibi döner, ardından sırasıyla gitar, davul ve klavye soloları gelir. Sonunda şarkıdan meşhur rifine dönüş yapar ve saatler 17
dakikayı geçtiği sıralarda nihayetlenir. Çok kişiyi ve grubu etkilemiştir.
10. Set The Controls For The Heart Of The Sun (Pink Floyd)
Sözü ve müziği, o sıralarda henüz grubun yaratıcı merkezi
konumuna gelmemiş olan Roger Waters’e ait olan şarkı, ilk olarak beş küsur dakikalık bir versiyonuyla grubun 1968 tarihli ikinci albümü A Saucerful Of
Secrets’te yer aldı. Daha uzun bir versiyon Ummagumma’da ve Pompeii konser filminde var. Ben şahsen ilk kısa versiyonu tercih ediyorum. Adeta ilahi
havasındadır bu şarkı, bas gitarla unison giden basit vokal melodisine, tam tam
tarzı davullar ve Rick Wright’ın sintisayzerinden çıkardığı tuhaf sesler eşlik
eder. Rüya gibidir. Pink Floyd’un en çok bilinen şarkıları arasında değildir
ama en büyük başarılarından biridir.
9. Musical Box (Genesis)
Genesis, Phil Collins tarafından pop grubu haline
getirilmeden önce, prog-rock’un en büyük efsanelerinden biriydi. Unutulmaz pek
çok şarkısı vardır ama bu hepsine ağır basar. 1971 tarihli Nursery Cryme
albümünün açılış parçasıdır. Birçok bölümden oluşur, Peter Gabriel’in kulağı
okşayan fısıltı gibi vokallerinden sert riflere ve cayır cayır gitar
sololarına akar ve bir senfoni finali
gibi son bulur. O kadar zengin bir müziktir ki defalarca dinlense bıkılmaz.
Grubun, canlı performanslarında, şarkıyı stüdyo kaydına eş kusursuzlukta
çalabildiği de o döneme ait videolardan anlaşılabiliyor.
8. It’s A Rainy Day, Sunshine Girl (Faust)
Krautrock’un babalarından Faust’un 1972 albümü So Far’ın
açılış parçası. Güm güm vuran bir davul sesiyle başlar, sonra yavaş yavaş
diğerleri katılırlar. Davul hiç susmaz, ritmi değişmez. İki satır sözü vardır: It’s A Rainy Da Sunshine Girl / It’s A Rainy
Day, Sunshine Baby. Şarkı bizi böylece dört mevsim dolaştırır. Krautrock
akımını muhtemelen en iyi tarif eden şarkıdır. Saplantılı şekilde tekrarlanan
hipnotik bir ritm, rastgele sözler, dinlenip bitirilecek değil içinde yaşanacak bir müzik...
7. Castle in the Air (Eloy)
Yetmişlerin Alman gruplarından biri olmasına rağmen, tarzı
dönemin İngiliz gruplarına daha yakın olduğu için genelde krautrock alt türü
içinde sayılmayan ve hüzünlü minör melodileri sayesinde ülkemizde oldukça
sevilen Eloy’un 1974 tarihli Floating albümünün açılış parçası, prog-rock dersi
gibidir.
6. Ioss (Koenji Hyakkei)
Japon underground müziğinin efsane davulcusu Tatsuya Yoşida, iki kişilik Ruins grubuyla daha çok bilinir, doksanlarda İstanbul'u da bir sallamışlıkları vardır. Koenji Hyakkei (Koenji'den Yüz Manzara), bir yan proje olarak kurulmuş ama zaman içinde kalıcı bir kariyeri olmuş. Tamamen kendine özgü bir tarzları vardır, ellerini atmadıkları müzik türü kalmaz. Ioss, 1994 tarihli ilk albümlerinin ilk şarkısı. Anlatması zor. Dinlerken yarattığı his, kıyametin tam o anda gelmesi ve kaçış olmaması gibi bir şey.
5. Hallogallo (Neu!)
Neu!, krautrock'un geleceğe açılan kapısıdır. Rock altyapısıyla çalarlar ama kulağa elektronik müzik gibi gelir. Bugün dinleyince 1972'de yapılmış olduğuna şaşabilirsiniz. Bu şarkı, grubun kendi adını taşıyan (ya da bir ad taşımayan) ilk albümünün açılışıdır. Krautrock'un alameti farikası motorik ritmi baştan sona gider, onun yanında envai çeşit ses girip çıkar, rüyada uzaylı istilası görmek gibidir. Beni en çok etkileyen ise, grubun kendine Neu! (Yeni!) adını vermekteki, hatta bir de sonuna ünlem koymadaki cesareti. Yetmişlere özgü bir ruh hali, yepyeni bir şey yapma ve onunla bir şeyleri değiştirme arzusu, daha doğrusu bunun mümkün olabildiğine dair inanç... Oysa 21. yüzyılın ortalarına doğru, geleceğin daha iyi olacağına dair inancımızı tümüyle tüketmiş haldeyiz. Yetmişlerin müziğini asıl heyecan verici yapan şey bu.
4. Thick as a Brick (Jethro Tull)
Thick As A Brick, Ian Anderson'un başlangıçta prog-rock parodisi olarak düşündüğü, ama fazla gerçekçi bir parodi olduğu için prog-rock klasiği sayılan 1972 tarihli bir konsept albüm, daha doğrusu kırk küsur dakikalık tek bir şarkı. Plağın iki yüzüne basılabilmesi için iki parçaya bölünmüştür, ama ikinci parça, tam birincinin bittiği yerden başlar, böylece dinleyicinin zihninde birleşir. Başında ve sonunda tekrarlanan akılda kalıcı bir ana temanın arasında müzik coşkun bir ırmak gibi akar. Bu albümün başarısı üzerinde, hemen ardından benzer formdaki A Passion Play albümünü çıkartırlar. O pek tutmayınca, önceki hard rock çizgisine geri dönerler ama Thick As A Brick yaptıkları ve yapacakları en muhteşem şey olarak kalır.
3. Fracture (King Crimson)
Robert Fripp'in
yıllar içinde bir ekol haline gelen gitar tekniğinin zirvesi olan bu şarkı, 1974 tarihli Starless and Bible Black albümünün son şarkısıdır. Üst üste eklenen ritimler ve enstrümanlarla giderek katmanlanan karmaşık bir döngü, King Crimson'un alameti farikası olan vurucu bir rife bağlanır, sonra geri döner, başka diyarlardan dolaşır ve yeniden yükselir, gümbür gümbür finale gider. King Crimson, prog-rock deyince adı ilk akla gelen gruptur muhtemelen, bu onların adı ilk akla gelen şarkısı değildir ama müzikal zirvelerinden biridir.
2. Lady Fantasy (Camel)
Camel, kalitesi ve derinliği açısından prog-rock türünü de aşan bir cevherdir. Vokal konusunda çok iddialı olmadığı için popülerliği sınırlı kalmış, ama gerçek prog dinleyicileri için tanrı katındadır. Andrew Latimer, gitarla gösteriş yapmaz, ama öyle sesler çıkarır ki o aletten, elektro gitar onun için icat edilmiş sanırsınız. 1974 tarihli Mirage albümlerinin kapanış parçası Lady Fantasy, aynı zamanda en meşhur şarkılarıdır muhtemelen, en yumuşak ve iç parçalayıcı melodilerden en vahşi gitar sololara uzanan bir müzik şölenidir, sadece prog-rock türünün değil müzik sanatının zirvelerinden biridir.
1. Yoo Doo Right (Can)
Krautrock'un en karizmatik grubu, Köln merkezli Can'in, 1969 tarihli ilk albümü Monster Movie'nin B yüzünü kaplayan 23 dakikalık Yoo Doo Right, söylenene göre, çok daha uzun ve çoğunluğu doğaçlama olan bir kayıttan plağın bir yüzüne sığacak şekilde editlenmiştir. Dinlerken pek öyle gibi gelmez, bir nehir gibi akar. Farklı bölümlerden oluşan, süit tarzı bir eser değildir bu. Vokalist Malcolm Mooney'nin sevgilisine yazdığı bir mektuptaki cümleleri saplantılı bir şekilde rastgele sırayla okumasından ibaret sözler ve basit bir melodi, defalarca tekrarlanır, her bir tekrarda dizelerin sırası değişir, her bir tekrar birbirinden farklıdır. Bas ve davullarla girer, gitar ve klavye eklenip coşar yükselir, sonra tekrar düşer, hatta bir ara sadece iki bagetin birbirine çarpma sesine kadar iner. Sonra tekrar yükselir. Şarkının finali, plakta yer kalmadığı için bittiğini belli eder, bıraksalar sonsuza kadar sürecektir sanki. Benim için sadece müzik sanatının değil, sanatın özüne dair bir güçlü önermedir bu şarkı. Sanat hayattır. Sanatı izleyenler, dinleyenler, bakanlar, okuyanlar vardır, bir de içinde yaşayanlar vardır. Bu şarkı sizi içinde yaşamaya davet eder.
14.3.17
İktidarın Yalan Borcu
Türkçe’deki en güzel ve absürt deyimlerden biridir: “Sana yalan borcum mu var?” Bilirsiniz, yalan için bir gerekçe gösterilmeden yalan söylemekle itham edilen kişilerin sözüdür. Benim bu yalanı söylemekten bir çıkarım olmadığına göre, geçmişteki başka bir mevzudan kalan bir borcu kapatıyor olmalıyım. Sözün absürtlüğü, ortada yalanla kapatılabilecek bir borç varsa dahi, bu borcun ters yönde olması gerekmesinden kaynaklanıyor. Yalan söylemekten yarar sağlayacak kişinin yalanı söyleyen olmasını bekleriz, dinleyen değil. Tabii, ölümcül hasta birine, kırk beş dakika ömrü kaldığını söylemek yerine, “çok iyisin, süpersin, çık dışarı oyna” dediğiniz durumlar hariç. Ama bunları kuralı bozmayan istisnalar kabul edebiliriz. Kural olarak; yalanı yutuyorsanız, sizin hayrınıza değildir.
Lâkin görünen o ki, ikili ilişkiler ölçeğinde geçerli görünen bu kural, toplumsal düzlemde pek de geçerli olmayabiliyor.
Elbette yalan siyasetin içinde her zaman vardı. Büyük usta Nazım Hikmet’in bilgi çağı olmayan bir çağda ifade ettiği gibi; antenler, rotatifler, ilanlar, afişler ve kızların çıplak baldırları yalan söylüyorsa, ellerimiz isyan etmesin diyedir. Ama bilgi çağında, gerçeklere de aynı ortam üzerinden (internetten) erişim imkânı açık olduğu halde, hâlâ yalanın bu kadar itibar görmesi; ağzından çıkan her sözün sorumluluğunu taşıması gereken kişilerin, yalan olduğu saniyeler mertebesinde bir sürede kanıtlanabilecek yalanları, gözlerini kırpmadan söylerken, yalanın müşterilerinin, işin aslını astarını öğrenmek için değerli saniyelerini vermeye yanaşmaktansa, yalanı kuyruğuyla birlikte yutmayı yeğlemesi, ellerimizin isyan etmek yerine alkış tutmayı tercih etmesi, insanın akli melekeleriyle ilgili şimdiye kadar bildiğimiz ve az çok uygarlığımızı üzerine kurduğumuz şeylerin temelini oyuyor.
İster istemez, aslında herkes neyin yalan neyin gerçek olduğunun farkında, sadece bizi sinir etmek için böyle davranıyorlar gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Birkaç yıl öncesine ait bir haber programından bir sahne var notlarımda: Fransa parlementosunun Ermeni soykırımını inkâr etmeyi suç sayan (ve sonra Fransa Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen) yasa tasarısını oyladığı ve bizim milletçe krem şokolaya ve ferforjeye düşman olduğumuz günlerin birinde, Paris’te parlemento önünde tasarıyı protesto eden bir gurbetçi, uzatılan mikrofona şunları söylüyor: “Biz bu soykırımı sonuna kadar inkâr etmeye devam edeceğiz.” Gurbet elde yetişmiş vatan evladının Türkçemize pek hakim olmamasına yorabilirsiniz tabii, inkâr etme sözünün inkâr edilen şeyin aslında gerçek olduğu anlamını içerdiğinin farkında olmayabilir. Ama bir ihtimal, aslında gerçekten demek istediği şeyi diyor: Biz bunun gerçek olup olmamasıyla ilgilenmiyoruz, bunu devletimizin milletimizin yararına inkâr etmemiz gerektiğine inandığımız için inkâr ediyoruz. Burada yalan, birilerini aldatmak için söylenen bir şey olmaktan çıkmış, bir milletin hamuruna nüfuz etmiş. Paylaşılan yalan, topluluk kimliğinin parçası haline gelmiş.
Bu kişilerin, yalan olduğunu bildiği bir şeye inanıyormuş gibi göründüğünü söylemiyorum. O kadar basit değil. Bunun arkasında “aktif meraksızlık” diyebileceğimiz bir mekanizma işliyor. Sorgulanmaz ilan edilen şeye karşı herhangi bir sorgulama geldiğinde, kulaklar kapanıyor, aklın fişi çekiliyor ve ezberden bir metin okunmaya başlanıyor. Bu hale geçmiş bir beyine; gerçekle, mantıkla, neden-sonuç ilişkileriyle nüfuz etmeniz artık mümkün olmuyor.
Nazım Hikmet’in az önce andığımız şiirinde, buradaki duruma istemeden temas eden ilginç bir bölüm daha var:
Üstad, bunu yirmi birinci yüzyılda yazmış olsaydı, son dizede et ve ekmek yerine besin değeri yüksek lifli sebzelere yer vermeyi tercih edebilirdi, ama konumuz bu değil. Konumuz, yalanın beslenmek için yararlanılabilecek bir şey olması. Beslenmek için bir topluluğun parçası olmak gerekiyor ve çoğu durumda bu da bir yalanı, ya da daha tarafsız bir tabirle söylersek, bir hikâyeyi benimsemekten geçiyor.
Biz, akla ve bilime dayalı modern uygarlığımızı kurup demokrasi ile yönetilen ülkeler tasarlarken, bu kalın kafalılık halinin insanın bu derece hamuruna işlemiş bir şey olduğunun o kadar da farkında değildik. Gerçekler ortaya döküldüğünde, insan aklının neden-sonuç ilişkilerini takip ederek doğruları bulacağına inanıyorduk ama bu inancın boş olduğu, ancak gerçekler ortaya dökülünce anlaşıldı.
Yalanın besin değeri de demokrasi ortamında daha da belirginleşiyor. Demokrasi varsa seçme hakkı vardır ve oylarınızla iktidarı belirleyebilirsiniz. Ama işler öyle yürümez, çünkü oyu verenlerin hamurunda, gücün çevresinde pervane olma içgüdüsü vardır. Büyük orduların askerlerinin soyundan geliyoruz, onların yok ettiklerinin değil. Ama elimize bir oy tutuşturulmuştur. Onu isteyenlerin karşılığında bir şey vermesi gerekir. Bu borçlarını da yalanla öderler. Bizim için yeterlidir, böylece taşlar yerine oturur ve kendimizi hem seçme hakkı olan bir birey, hem de kazanan ordunun bir neferi hissederek sıcak yataklarımıza kıvrılırız.
Lâkin görünen o ki, ikili ilişkiler ölçeğinde geçerli görünen bu kural, toplumsal düzlemde pek de geçerli olmayabiliyor.
Oxford sözlüğünün 2016’da yılın kelimesi olarak seçtiği “hakikat ötesi” (post-truth) kavramından girelim. İnternetin birincil iletişim aracı haline geldiği çağımızda, sağcı politikacılar, bir noktada, söyledikleri yalanların ortaya çıkmasının pek büyük bir problem olmadığını fark ettiler. Çünkü hitap ettikleri kitle, gerçek ortaya çıksa bile, büyük bir azimle buna kulaklarını tıkamayı başabiliyordu. Ortalama üç sözünden ikisi yalan olan Donald Trump; taraftarlarını, kendisine karşı yapılan ne kadar yayın varsa ve ne kanıt gösterirlerse göstersinler, hepsinin kurmaca ve yalan olduğuna ikna etmeyi başarabiliyor. Çünkü, ülkenin lümpenleri, kendi kafalarında kaynayan pislikler Trump’un ağzından döküldüğü andan itibaren onu her sözüne inanacakları liderleri olarak benimsediler. Eğer biri onun sözlerinin yalan olduğunu kanıtlamaya çalışıyorsa, iktidarı ele geçirmeye çalışan karanlık güçlerin emrindedir. Aynı fenomen dünyanın pek çok yerinde yaşanıyor, ülkemiz de bundan en çok nasibini alan yerlerden biri. Siyasal tartışmalar tarihe karıştı. İktidar mensupları, hiçbir sözlerini kanıtlama gibi bir sorumluluk hissetmiyorlar ve söyledikleri yalanlar için hiçbir bedel ödemeleri gerekmiyor. Daha önceleri, gerçek ortaya çıkarsa başlarının derde gireceği korkusu vardı ama öyle bir dünya yarattılar ki, yalanlarla gerçekler birbirinden ayırt edilemiyor ve bu şekilde işler tıkır tıkır yürüyor.
Elbette yalan siyasetin içinde her zaman vardı. Büyük usta Nazım Hikmet’in bilgi çağı olmayan bir çağda ifade ettiği gibi; antenler, rotatifler, ilanlar, afişler ve kızların çıplak baldırları yalan söylüyorsa, ellerimiz isyan etmesin diyedir. Ama bilgi çağında, gerçeklere de aynı ortam üzerinden (internetten) erişim imkânı açık olduğu halde, hâlâ yalanın bu kadar itibar görmesi; ağzından çıkan her sözün sorumluluğunu taşıması gereken kişilerin, yalan olduğu saniyeler mertebesinde bir sürede kanıtlanabilecek yalanları, gözlerini kırpmadan söylerken, yalanın müşterilerinin, işin aslını astarını öğrenmek için değerli saniyelerini vermeye yanaşmaktansa, yalanı kuyruğuyla birlikte yutmayı yeğlemesi, ellerimizin isyan etmek yerine alkış tutmayı tercih etmesi, insanın akli melekeleriyle ilgili şimdiye kadar bildiğimiz ve az çok uygarlığımızı üzerine kurduğumuz şeylerin temelini oyuyor.
İster istemez, aslında herkes neyin yalan neyin gerçek olduğunun farkında, sadece bizi sinir etmek için böyle davranıyorlar gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Birkaç yıl öncesine ait bir haber programından bir sahne var notlarımda: Fransa parlementosunun Ermeni soykırımını inkâr etmeyi suç sayan (ve sonra Fransa Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen) yasa tasarısını oyladığı ve bizim milletçe krem şokolaya ve ferforjeye düşman olduğumuz günlerin birinde, Paris’te parlemento önünde tasarıyı protesto eden bir gurbetçi, uzatılan mikrofona şunları söylüyor: “Biz bu soykırımı sonuna kadar inkâr etmeye devam edeceğiz.” Gurbet elde yetişmiş vatan evladının Türkçemize pek hakim olmamasına yorabilirsiniz tabii, inkâr etme sözünün inkâr edilen şeyin aslında gerçek olduğu anlamını içerdiğinin farkında olmayabilir. Ama bir ihtimal, aslında gerçekten demek istediği şeyi diyor: Biz bunun gerçek olup olmamasıyla ilgilenmiyoruz, bunu devletimizin milletimizin yararına inkâr etmemiz gerektiğine inandığımız için inkâr ediyoruz. Burada yalan, birilerini aldatmak için söylenen bir şey olmaktan çıkmış, bir milletin hamuruna nüfuz etmiş. Paylaşılan yalan, topluluk kimliğinin parçası haline gelmiş.
Bu kişilerin, yalan olduğunu bildiği bir şeye inanıyormuş gibi göründüğünü söylemiyorum. O kadar basit değil. Bunun arkasında “aktif meraksızlık” diyebileceğimiz bir mekanizma işliyor. Sorgulanmaz ilan edilen şeye karşı herhangi bir sorgulama geldiğinde, kulaklar kapanıyor, aklın fişi çekiliyor ve ezberden bir metin okunmaya başlanıyor. Bu hale geçmiş bir beyine; gerçekle, mantıkla, neden-sonuç ilişkileriyle nüfuz etmeniz artık mümkün olmuyor.
Nazım Hikmet’in az önce andığımız şiirinde, buradaki duruma istemeden temas eden ilginç bir bölüm daha var:
Ve insanlar, ah, benim insanlarım,
yalanla besliyorlar sizi,
halbuki açsınız,
etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız.
|
Üstad, bunu yirmi birinci yüzyılda yazmış olsaydı, son dizede et ve ekmek yerine besin değeri yüksek lifli sebzelere yer vermeyi tercih edebilirdi, ama konumuz bu değil. Konumuz, yalanın beslenmek için yararlanılabilecek bir şey olması. Beslenmek için bir topluluğun parçası olmak gerekiyor ve çoğu durumda bu da bir yalanı, ya da daha tarafsız bir tabirle söylersek, bir hikâyeyi benimsemekten geçiyor.
Biz, akla ve bilime dayalı modern uygarlığımızı kurup demokrasi ile yönetilen ülkeler tasarlarken, bu kalın kafalılık halinin insanın bu derece hamuruna işlemiş bir şey olduğunun o kadar da farkında değildik. Gerçekler ortaya döküldüğünde, insan aklının neden-sonuç ilişkilerini takip ederek doğruları bulacağına inanıyorduk ama bu inancın boş olduğu, ancak gerçekler ortaya dökülünce anlaşıldı.
Yalanın besin değeri de demokrasi ortamında daha da belirginleşiyor. Demokrasi varsa seçme hakkı vardır ve oylarınızla iktidarı belirleyebilirsiniz. Ama işler öyle yürümez, çünkü oyu verenlerin hamurunda, gücün çevresinde pervane olma içgüdüsü vardır. Büyük orduların askerlerinin soyundan geliyoruz, onların yok ettiklerinin değil. Ama elimize bir oy tutuşturulmuştur. Onu isteyenlerin karşılığında bir şey vermesi gerekir. Bu borçlarını da yalanla öderler. Bizim için yeterlidir, böylece taşlar yerine oturur ve kendimizi hem seçme hakkı olan bir birey, hem de kazanan ordunun bir neferi hissederek sıcak yataklarımıza kıvrılırız.
30.11.16
Sıcak Kafa
Bir apokaliptik distopya ya da dilbilimkurgu olarak tanımlayabileceğimiz Sıcak Kafa, Kasım 2016 itibarıyla April etiketiyle çıktı.
Roman, yakın gelecekte ya da alternatif bir şimdiki zamanda, her tarafa yayılmış bir delilik salgınıyla boğuşan bir dünyada geçiyor. Salgının kaynağı, ARDS denilen ve konuşma yoluyla bulaşan bir hastalıktır. Hastalığa yakalananlar, saçma sapan konuşurlar ve davranırlar. Sağlıklı bir kişi, bir hastanın konuşmalarını yeterince uzun süre dikkatini vererek dinlediğinde, hastanın söyledikleri giderek mantıklı gelmeye başlar, artık o da hastalığa yakalanmıştır ve bir daha eski haline dönemeyecektir.
Kahramanımız Murat Siyavuş, bir dilbilimcidir. Zamanında hastalık üzerine çalışmış ama umudunu kaybederek annesinin evine sığınmıştır. Televizyonun karşısından pek ayrılmadan, olabildiğince hareketsiz bir hayat sürmektedir. SMK denilen ve herkesin çekindiği bir devlet kurumu tarafından arandığını öğrenince, evden ayrılmak ve salgının dönüştürdüğü dünyayla yüzleşmek zorunda kalır. Bu arada ona yeniden yaşama sevinci veren Şule'yle tanışır ve dünyanın baş aşağı gidişine rağmen içinde geleceğe dair bir umut ışığı yanar. Daha fazlasını anlatarak okuma zevkini zedelemeyelim.
Kitapla ilgili bazı yazı ve söyleşilerin linkleri aşağıda. Bazılarını kitabı okuduktan sonra okumak daha anlamlı olabilir.
Kitapeki.com
Roman, yakın gelecekte ya da alternatif bir şimdiki zamanda, her tarafa yayılmış bir delilik salgınıyla boğuşan bir dünyada geçiyor. Salgının kaynağı, ARDS denilen ve konuşma yoluyla bulaşan bir hastalıktır. Hastalığa yakalananlar, saçma sapan konuşurlar ve davranırlar. Sağlıklı bir kişi, bir hastanın konuşmalarını yeterince uzun süre dikkatini vererek dinlediğinde, hastanın söyledikleri giderek mantıklı gelmeye başlar, artık o da hastalığa yakalanmıştır ve bir daha eski haline dönemeyecektir.
Kahramanımız Murat Siyavuş, bir dilbilimcidir. Zamanında hastalık üzerine çalışmış ama umudunu kaybederek annesinin evine sığınmıştır. Televizyonun karşısından pek ayrılmadan, olabildiğince hareketsiz bir hayat sürmektedir. SMK denilen ve herkesin çekindiği bir devlet kurumu tarafından arandığını öğrenince, evden ayrılmak ve salgının dönüştürdüğü dünyayla yüzleşmek zorunda kalır. Bu arada ona yeniden yaşama sevinci veren Şule'yle tanışır ve dünyanın baş aşağı gidişine rağmen içinde geleceğe dair bir umut ışığı yanar. Daha fazlasını anlatarak okuma zevkini zedelemeyelim.
Kitapla ilgili bazı yazı ve söyleşilerin linkleri aşağıda. Bazılarını kitabı okuduktan sonra okumak daha anlamlı olabilir.
Kitapeki.com
http://kitapeki.com/dile-uygarliga-dunyanin-sonuna-dair-bir-roman-sicak-kafa/
http://kitapeki.com/saheser-bir-sacmalama/
Artful Living
http://kitapeki.com/saheser-bir-sacmalama/
Artful Living
11.1.16
Newspeak 2016
Devlet Bahçeli’nin kaldığı yerden devam
edeyim (en son 29’la 11’i toplayıp 40 bulmuştu hatırlarsınız), onu da çarp
100’le, ne etti? 4000. Hangi yıldayız? 2016. Onu da çıkar 4000’den. Ne etti?
Burada zorlananlar olabilir, ben söyleyeyim, 1984.
Bu zamanda, bu ülkede yaşayıp da George Orwell’in klasiğini hatırlamamak mümkün değil. Edebiyat tarihinin en ünlü siyasi distopyası, ününü, en çok, zaman içinde dilin bir parçası haline gelmiş kavramlar icat etmiş olmasına borçludur herhalde. Büyük Birader, Teleekran, Gerçek Bakanlığı, Bellek Deliği gibi... Bunlardan biri de orijinalinde Newspeak olarak geçen Yenidil. Grameri eski dilin bir benzeridir, ama sözcük dağarcığı ve anlam dünyası, iktidarın öncelikleri doğrultusunda sürekli değişken olacak şekilde düzenlenmiştir. Sözcükler, iktidar uygun gördüğünde tam karşıt anlamlarıyla yer değiştirebilir. Bu dilde, “cehalet bilgidir” ya da “özgürlük itaattir” gibi cümleler anlamlı ve geçerlidir. Amaç dili kontrol altına almak yoluyla düşünceyi kontrol altına almak, daha doğrusu düşünceyi pratikte imkansız hale getirmektir.
Son günlerde tanık olduğumuz bazı şeyler, şu anda, ülkemizde bir tür Newspeak ortamında yaşadığımızı düşündürüyor. Adı konmamış sadece. Diyarbakırlı bir öğretmen canlı yayına bağlanıyor. Bağlanmadan önce, soracağı sorular konusunda yalan söylüyor anlaşılan (ki böyle yapmasa canlı yayına bağlanmasının mümkün olmadığını kanal yönetiminin açıklamasından anlıyoruz), ismi konusunda da yalan söylüyor olabilir ya da öğretmen olduğu konusunda. Önemli değil, önemli olan söyledikleri. “Çocuklar öldürülmesin, insanlar ölmesin, sesimizi duyun,” diyor.
Bunun karşısında “Gerçek Bakanlığı” harekete geçiyor ve programda “terör propagandası” yapıldığı haberleri yapıyor. Program sunucusunun tepki göstermediği söyleniyor. “Çocuklar öldürülmesin” diyen birine ne tepki gösterilebilir? Mesela şöyle bir şey mi: “Siz çocuklar öldürülmesin diyorsunuz ama öldürülmez de büyürlerse sizin gibi olmazlar mı Ayşe Hanımcığım?” Doğrusu, benim aklıma başka gerekçe gelmiyor.
Bunu açıkça söyleyenler de var, yılanın başını küçükken ezeceksin, zaten büyüyünce terörist olacaktı gibi şeyler yazanlar, ceset fotoğraflarını paylaşıp altına şehvet dolu yorumlar yapanlar... Bunların olmasına şaşırmıyoruz, hiçbir zaman eksik olmadılar zaten. Burada gerçekten çok tuhaf olan, bunları yazanlarda, bu yüzden ayıplanmak gibi bir korkunun zerresinin olmaması. İktidar ve medyası gözünde makbul olanlar onlar. Bazı çocukların, sırf belli bir bölgede dünyaya geldiler diye öldürülmesi gerektiğini savunmanın, mesela, halkı kin ve düşmanlığa yöneltmek suçu kapsamına giriyor olabileceğine dair hiçbir endişeleri yok. Çünkü o maddenin o anlama gelmediğini çok iyi biliyorlar.
Ama mesela başka birileri, “barış istiyoruz, savaş dursun, ölümler olmasın, çocuklar öldürülmesin,” dediğinde, sırf bunu dedikleri için “terör propagandası” ile suçlanabiliyorlar. Sırf bunu dedikleri için... Bütün bu tartışmada örgütler, ideolojiler, kimin haklı kimin haksız olduğu, kimin öldüğü, kimin öldürdüğü gibi şeyler geçmiyor bile. Terör propagandası olduğu iddia edilen şey, “çocuklar öldürülmesin” sözünün kendisi.
İktidarın ve medyasının bize belletmeye çalıştığı Yenidil bu işte. “Barış istiyoruz” sözü Yenidil’de terör anlamına geliyor, “yılanın başını küçükken ezeceksin” sözü ise vatan sevgisi. Bu dil, kafamızdaki iyi-kötü, doğru-yanlış kategorilerini yıkmak ve böylece düşünmemizi imkansızlaştırmak için kurgulanıyor. Gözümüzün önündeki gerçeği söyleyemeyeceğiz, çünkü onu söylerken kullanacağımız sözcükler artık başka anlamlara geliyor olacak. Böylece düşünemez hale geleceğiz. Kimse düşünemediğinde, iktidarın devamına tehdit olan bir şey de kalmayacak. Sistem aşağı yukarı bu.
Bu zamanda, bu ülkede yaşayıp da George Orwell’in klasiğini hatırlamamak mümkün değil. Edebiyat tarihinin en ünlü siyasi distopyası, ününü, en çok, zaman içinde dilin bir parçası haline gelmiş kavramlar icat etmiş olmasına borçludur herhalde. Büyük Birader, Teleekran, Gerçek Bakanlığı, Bellek Deliği gibi... Bunlardan biri de orijinalinde Newspeak olarak geçen Yenidil. Grameri eski dilin bir benzeridir, ama sözcük dağarcığı ve anlam dünyası, iktidarın öncelikleri doğrultusunda sürekli değişken olacak şekilde düzenlenmiştir. Sözcükler, iktidar uygun gördüğünde tam karşıt anlamlarıyla yer değiştirebilir. Bu dilde, “cehalet bilgidir” ya da “özgürlük itaattir” gibi cümleler anlamlı ve geçerlidir. Amaç dili kontrol altına almak yoluyla düşünceyi kontrol altına almak, daha doğrusu düşünceyi pratikte imkansız hale getirmektir.
Son günlerde tanık olduğumuz bazı şeyler, şu anda, ülkemizde bir tür Newspeak ortamında yaşadığımızı düşündürüyor. Adı konmamış sadece. Diyarbakırlı bir öğretmen canlı yayına bağlanıyor. Bağlanmadan önce, soracağı sorular konusunda yalan söylüyor anlaşılan (ki böyle yapmasa canlı yayına bağlanmasının mümkün olmadığını kanal yönetiminin açıklamasından anlıyoruz), ismi konusunda da yalan söylüyor olabilir ya da öğretmen olduğu konusunda. Önemli değil, önemli olan söyledikleri. “Çocuklar öldürülmesin, insanlar ölmesin, sesimizi duyun,” diyor.
Bunun karşısında “Gerçek Bakanlığı” harekete geçiyor ve programda “terör propagandası” yapıldığı haberleri yapıyor. Program sunucusunun tepki göstermediği söyleniyor. “Çocuklar öldürülmesin” diyen birine ne tepki gösterilebilir? Mesela şöyle bir şey mi: “Siz çocuklar öldürülmesin diyorsunuz ama öldürülmez de büyürlerse sizin gibi olmazlar mı Ayşe Hanımcığım?” Doğrusu, benim aklıma başka gerekçe gelmiyor.
Bunu açıkça söyleyenler de var, yılanın başını küçükken ezeceksin, zaten büyüyünce terörist olacaktı gibi şeyler yazanlar, ceset fotoğraflarını paylaşıp altına şehvet dolu yorumlar yapanlar... Bunların olmasına şaşırmıyoruz, hiçbir zaman eksik olmadılar zaten. Burada gerçekten çok tuhaf olan, bunları yazanlarda, bu yüzden ayıplanmak gibi bir korkunun zerresinin olmaması. İktidar ve medyası gözünde makbul olanlar onlar. Bazı çocukların, sırf belli bir bölgede dünyaya geldiler diye öldürülmesi gerektiğini savunmanın, mesela, halkı kin ve düşmanlığa yöneltmek suçu kapsamına giriyor olabileceğine dair hiçbir endişeleri yok. Çünkü o maddenin o anlama gelmediğini çok iyi biliyorlar.
Ama mesela başka birileri, “barış istiyoruz, savaş dursun, ölümler olmasın, çocuklar öldürülmesin,” dediğinde, sırf bunu dedikleri için “terör propagandası” ile suçlanabiliyorlar. Sırf bunu dedikleri için... Bütün bu tartışmada örgütler, ideolojiler, kimin haklı kimin haksız olduğu, kimin öldüğü, kimin öldürdüğü gibi şeyler geçmiyor bile. Terör propagandası olduğu iddia edilen şey, “çocuklar öldürülmesin” sözünün kendisi.
İktidarın ve medyasının bize belletmeye çalıştığı Yenidil bu işte. “Barış istiyoruz” sözü Yenidil’de terör anlamına geliyor, “yılanın başını küçükken ezeceksin” sözü ise vatan sevgisi. Bu dil, kafamızdaki iyi-kötü, doğru-yanlış kategorilerini yıkmak ve böylece düşünmemizi imkansızlaştırmak için kurgulanıyor. Gözümüzün önündeki gerçeği söyleyemeyeceğiz, çünkü onu söylerken kullanacağımız sözcükler artık başka anlamlara geliyor olacak. Böylece düşünemez hale geleceğiz. Kimse düşünemediğinde, iktidarın devamına tehdit olan bir şey de kalmayacak. Sistem aşağı yukarı bu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)